Gün ışığının göz bebeklerinize doğması kadar büyülü hiçbir şey yoktur. Bu yüzden, gölün kıyısındaki soluk yeşil kamp çadırımda değil, kanatlarının çıkardığı vızıldamayla beni bekleyen sivrisineklerin arasında uyuyordum. Etrafımda dönüp, tenime değmiyorlarsa, bunu gözeneklerimden sızan okaliptüs yağına borçluydum.
Geçen hafta bu sabah, sineklerin sessizleşmesi ile beraber, güneş en tepemde yerini aldı. Sırtımdaki kemiklerin ağrısına aldırmadan, gülümseyerek uyandım. Benim kıpırdanmamla beraber, Kaos iri gövdesini ayak ucumdan havalandırdı. Bedenine yapışan tüylerini silkeleyerek esnedi ve geniş çenesinin ardından kocaman dilini dışarı uzattı. Bakışlarımız kesiştiğinde, ikimizin de aynı komutu beklediğini anladım. Heyecanla doğrularak; “Hadi,” dedim, “bu kez kim kazanacak?” Havlama ve uluma arası bir sesle, öne arkaya atıldı. Büyük bir adalet timsali göstererek, benim yerimden kalkmamı bekliyordu. Doğrulmamla beraber, kocaman gövdesini sağa sola sallayarak, göle girdi. Tatlı su, yüzündeki tüylere çarparken, bir yandan doğasının ona emrettiğini yapıyor, ön patilerini hararetle büküp, yeniden açıyordu. Ayaklarım, suya değdiğinde, üzerime atıldı. Yeşil sularda kaybolduğumuzda, bu anı, hayatımın en huzurlu saniyesi olarak hafızama kazıyacağımı bilmiyordum.
Kaos, boşluk demekti… Evrendeki bilinmezlikti… ben Evren’dim, o benim sonsuzluğumdu. Oysa benim hayatımda, içi dolu gözüken insanların yapamadığını yapıyor; tarifsiz bir boşluğu dolduruyordu.